Bilim ve Sanatın İki Değerli Durağı: Cenevre-Paris 5 8

usa buy abortion pill

order abortion pill online usa

paroxetine effet

paroxetine avis asser.nl

prednisolon 25 mg

prednisolon bivirkninger hund website

Bilim ve sanatın birlikteliği gerçekten de çok önemli. Bu iki kavramın birbirini beslediğine ve geliştirdiğine inanıyorum. Avrupa seyahatim sırasında, bu kavramların nasıl değer gördüğüne ve insan yaşamını nasıl olumlu etkilediğine tanıklık ettim. Gezmek ve yerinde görmek, bilgiyi kalıcı ve değerli hale getiriyor şüphesiz. Böylesi bir bilgiyi okuyucu ile paylaşmak daha da anlamlı oluyor. Bu yazıda, Nisan 2013 tarihinde bazı bilimsel etkinliklere katılmak üzere, Fransa ve İsviçre’de bulunduğum zamandaki yaşadıklarımın bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.

CERN Laboratuarı ve Cenevre

“Küçük bir çocuğun karanlıktan korkması anlaşılabilir, fakat yetişkin bir insanın aydınlıktan korkması anlaşılamaz” demiştir, Platon (MÖ 427-347). Evet, doğa insan tarafından anlaşıldıkça, korkunun yerini daha çok tanıma ve sevme duygusu almaktadır. Cenevre Cornavin meydanında, CERN tramvayını beklerken bu türden düşünceler meşgul ediyor insanın zihnini. Çünkü birazdan göreceğiniz dünyanın en büyük laboratuarı CERN, insanın doğayı anlama çabasının geldiği son nokta. Üstelik bir süre sonra bu bekleyiş heyecanı yerini bazı küçük, ama anlamlı şaşkınlıklara bırakıyor. Zira, herhangi bir bilet kontrol sistemi görmeden elinizdeki tramvay bileti ile direk tramvaya biniyorsunuz. Herkesin dürüstçe biletini satın alıyor olması, insan aklının yanı sıra, insanın bu davranışına da hayran kalmanızı sağlıyor. Bu olay, göl kenarındaki bu küçük ve sevecen şehir Cenevre’yi daha çok sevmemi sağladı. Ve yaklaşık yirmi dakika sonra CERN kampüsü içerisindeydim. İlk hissettiklerim şunlardı: İçerdeki fizikçi kalabalığına baktığımda büyük bir sevinç hissettim ve evet kendi evimdeyim dedim. Bulunduğum yerden yüz metre aşağıdaki 27 kilometrelik devasa hızlandırıcı sistemini ve onun üzerindeki dev dedektörleri düşündüm. Bu dev dedektörlerden biri olan ATLAS’ın kontrol merkezi hemen karşımda duruyordu ve elbette içerisine girip yerinde bilgilenme şansı yakaladım. 11 Nisan 2013 günüydü ve daha yaklaşık bir ay önce yani 14 Mart 2013 tarihinde, CERN dünya basınına “Higgs” parçacığını bulduğunu bir toplantıyla duyurmuştu. Toplantıda hazır bulunan ve bu parçacığı teorik olarak ilk defa 1966 yılında ortaya koyan fizikçi Peter Higgs’in sevinçten gözleri dolmuştu. Bu keşif heyecanı henüz tazeydi ve oradaki bilim insanlarının yüzlerinden bunu okuyabiliyordum. Elbette ben de bu sevince ortaktım. Zira bilim dünyası kırk yılı aşkındır bu parçacığın peşindeydi. Benim de içinde bulunduğum teknik gezi grubu on beş kişilikti. Böyle bir gurupla teknik araştırma ve geziye katılmak için yaklaşık iki ay önceden CERN ile yazışmanız ve giriş izni almanız gerekiyor. CERN çalışanı olan bir bilim insanı rehberliğinde birçok araştırma birimini gezdik ve doyurucu bilgiler aldık. CERN Universe of Particles (Parçacıkların Evreni) bilim merkezine girerken koridorlardaki duvarlarda yazılı olan “Nereden geliyoruz?”, “Neyiz?”, “Nereye gidiyoruz?” soruları insanı çok etkiliyor.

CERN’ün Türkiye için önemi

1954 yılında on iki Avrupa ülkesi öncülüğünde kurulmaya başlanan CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) bugün yirmi asil üyeye sahip. İsviçre-Fransa sınırında, Cenevre kent merkezine yaklaşık on kilometre uzaklıkta inşa edilmiştir. Maalesef Türkiye henüz gözlemci ülke statüsündedir. Bu araştırma merkezi, dünyanın birçok ülkesinden gelen binlerce çalışanı ve araştırmacısıyla tam bir kardeşlik ortamı sağlamaktadır. Burada bilimin birleştiriciliğine tanıklık etmek çok güzel. Çünkü buradaki bilim insanları, birbirilerinin hangi ülke, din veya dilden olduğuna bakmaksızın çalışmalarını ortak bir şekilde yürütüyorlar. Bu laboratuardan elde edilen bilimsel bulguların sadece teoride kalmadığını, insanın günlük yaşamını da etkilediğini hatırlamak gerekir. Örneğin, internet teknolojisi ilk defa CERN’de kullanılmış ve oradan dünyaya yayılmıştır. Tıpta kullanılan MR cihazı, CERN’de elde edilen bilimsel bulgular sonucu keşfedilmiştir. Yine birçok bilgisayar, cd ve hard disk teknolojisi de burada geliştirilmiştir. Kozmik araştırmalar yapmak üzere NASA tarafından 2011 yılında, STS-134 uzay uçuş görevi ile uzaya fırlatılan Alpha Magnetic Spectrometer (AMS­02) cihazı CERN’de yapılmıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla Türkiye, böylesine dinamik, üretken ve büyük bir kurumun parçası olmak için asil üye olmak zorundadır. Böyle olursa Türkiye, bilim ve teknoloji yarışında diğer ülkelerden geride kalmayacaktır. Aksi durumda ülkemiz bilimsel gelişmişlik ve güç anlamında çok üzücü sonuçlarla

karşı karşıya kalacaktır. Ülkemizin geleceğine değer veren bir bilim insanı olarak, CERN’e asil üyeliğimizin en kısa zamanda gerçekleşmesini dilerim.

Paris

Paris ile ilgili değerlendirmelerimi yazmaya başlarken, öncelikle bilim tarihi açısından önemi olan bir olaya değinmek istiyorum. Foucault Sarkacı, adını Fransız fizikçi Léon Foucault’dan alan, ilk defa deneysel olarak Dünya’nın kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtlayan bir sarkaç düzeneğidir. Bu düzenek Paris’deki Pantheon binasındadır. 1851 yılında, imparator III. Napolyon’un iznini alan Foucault, Pantheon binasının kubbesinin ortasına 67 metrelik çelik telle 28 kg ağırlığında bir demir top asmıştır. Topun alt tarafına sivri bir uç takarak, yere serili ince kum tabakasında, bu ucun bıraktığı izlerden yararlanarak, sarkacın salınım düzlemindeki değişiminin gözlemciler tarafından izlenebilmesini sağlamıştır. O gün orada sessizce sarkaç salınım deneyini izleyen şanslı topluluk, tarihte ilk kez Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğüne tanıklık etmiştir. Bir fizikçi olarak, orada bulunduğum ve zamanda küçük bir yolculuk yaptığım için kendimi çok şanslı hissettim. Darısı tüm bilim ve sanat severlere…

Eski ama bir o kadar görkemli binalar arasındaki taş döşeli sokaklarda yürüyorsunuz. Umulmadık bir anda karşınıza keman veya piyano çalan bir sokak sanatçısı çıkıveriyor. Hemen yanınızda duran hoş kokulu Fransız beyefendiler ve hanımefendilerle beraber müzik dinliyorsunuz. Bu kibar insanlarla Paris metrosunda da karşılaşılıyor. Çok az yanaşıp yer verdiğinizde veya nazik bir davranış gösterdiğinizde uzun uzun ve içten teşekkür ediyorlar, “Merci mösyö”. İnsanlara karşı önyargılı olmamak gerekir. Gitmeden önce Paris halkının çok havalı ve kendini beğenmiş olduğunu duymuştum. Öyle değilmiş aslında. Öncelikle kendimiz içten olursak, karşı tarafın da öyle olduğunu mutlaka görüyoruz. Sabahları, kahvaltı için otelimin karşısındaki kafeye gidiyordum. Çünkü harika kekleri ve taze çayları vardı. Sabah içeriye gelen herkes birbirine mutlaka “Bonjour” diye hitap ediyordu. Fransızların ekmek ve kek çeşitliliği çok zengin. Birgün, uğradığım bu kafedeki ekmek çeşitlerinin fotoğrafını çekmek için oranın sahibi hanımefendiden izin istediğimde bana şu harika espriyi yaptı: “Evet ekmeklerin fotoğraflarını çekebilirsin ama benimkini çekme, çünkü bak kocam oradan sana bakıyor!” Dakikalarca hep beraber güldük. Kaldığım otel Parisin 18. bölgesi Montmartre’de Sacre-Coeur Bazilikasına yakın bir yerdeydi. Kent merkezine metro ile ulaşım çok rahattı. Gerçi Paris Metrosu hem bir estetik harikası hem de sizi kentin her noktasına ulaştırabilecek işleve sahip. Haftalık veya günlük alınan sınırsız metro biletleriyle istediğiniz kadar seyahat edebiliyorsunuz. Paris Metrosunda, sıklıkla, farklı müzik enstrümanlarıyla müzik ziyafeti sunduktan sonra bahşiş toplayan müzisyenler görmek mümkün. Ayrıca, metrodaki birçok insanın ellerindeki gazete, dergi veya kitapları nasıl da keyifle okuduklarına tanık oldum.

Sürprizlerle dolu ara sokaklardan sonra yolunuz mutlaka meşhur Seine Nehri’nin bir kenarına çıkıyor. Tam o anda, zaten az sayıdaki teknolojik tabelaları, arabaları çıkarıp alsanız, kendinizi birkaç yüzyıl önceki bir mekânda geziyor hissediyorsunuz. Nehir kenarındaki yürüyüş yolları ve bu yollarda el ele dolaşan âşıklar, bisiklet sürücüleri, nehirdeki rengârenk tur tekneleri ve dahası, ilginizi çekiyor. Seine nehri üzerindeki bazı köprüler sevgililerin isimlerinin yazılı olduğu binlerce kilit ile dolu. Genellikle turist sevgililer ellerindeki bu kilitleri köprüye bağlıyor ve bu davranışın aşklarını ölümsüz yapacağına inanıyorlar. Hak veriyor insan burada yaşamış, büyük eserler üretmiş olan sanatçılara ve edebiyatçılara. Paris dünyanın en çok turist alan şehirlerinden olduğu için normalde on iki milyon olan nüfus çok daha yüksek rakamlara çıkıyor şüphesiz. Paris halkı bu yabancı yoğunluğuna öyle alışmış ki, oradayken kendinizi misafir değil ev sahibi gibi hissediyorsunuz. Kentin her yerindeki büyük yeşil parklar, geniş meydanlar ve yollar, bu kentin insan olgusu düşünülerek inşa edildiğinin ispatı. Öyleki, meşhur Şanzelize Caddesi yaklaşık iki kilometre uzunluğunda ve yetmiş metre genişliğindedir. Üstelik Şanzelize Caddesinden, Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa’nın bulunduğu Louvre Müzesine kadar olan yaklaşık bir buçuk kilometrelik diğer bölüm de yine tamamen geniş ve yemyeşil parklarla dolu.

Seine Hehrindeki tekne turuna mutlaka katılmak gerek. Fiyatı on beş Euro civarında olan biletle bir saatlik tekne gezisi mümkün oluyor. Üstelik tekne turu sayesine Eiffel Kulesi, Notre Dame Katedrali gibi pek çok tarihi mekânın hemen yanından geçerek keyifli seyirler yapılabiliyor. Gündüz Eiffel Kulesi’ni gezmek güzel ama kesinlikle kulenin gece ışıklandırılmış halini de görmek gerekiyor. Zaten, Paris çok yüksek bina istilasına uğramadığı için gece birçok noktadan ışıklar içindeki Eiffel Kulesi’ni görmek oldukça kolay. Yine, Seine Nehri üzerindeki yapay bir adacıkta New York’taki Özgürlük Heykelinin birebir ama biraz daha küçük bir kopyasını gördüğümde şaşırmıştım.

Sırt çantanız yanınızda, keyfiniz yerinde iken tanımadığınız bir kentin sokaklarında yaptığınız tüm gezilerde zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. İzlemeye dalarsınız ilk defa gördüğünüz yüzleri, evleri, kitapçıları. Kulaklarınız ilk defa duyar, bazı dilleri ve melodileri. Gülümseyerek tanımadıklarınızdan yardım istersiniz veya onlar sizden. Kokular, rüzgar ve güneş ışığı belirler rotanızı. Canınız hangi tarafa isterse oraya yürürsünüz. Bir de bakmışsınız ki acıkma ve susama ihtiyacınız sizi bir mekana misafir etmiştir. Akşam olduğunu fark edersiniz sonra. Ama önemi yoktur. Akşamın tadını çıkarırsınız. Çünkü geç kalmamışsınızdır bir yere. Belki de bilerek gecikmişsinizdir. Böylesi duygularla gezdiğimizde zaten her yer Paris değil midir?

 

Yazar : Niyazi YÜKÇÜ

Facebookda Paylaş

Diğer Tema Dışı Konuları