
order abortion pill online usa
purchase abortion pill online
francescocutolo.it abortion pill kit
naltrexone buy uk
buy naltrexone
fluoxetine and alcohol vomiting
fluoxetine and alcohol liver
click buscopan reflusso
buscopan
ciclo Değişen TÜRKİYE
Süreyya SERDENGEÇTİ/ T.C. Merkez Bankası Eski Başkanı
Konu başlığı “Değişen Türkiye” olunca, akla hemen şu sorular geliyor: Hangi zaman diliminde değişim? Hangi alan veya alanlarda değişim? Birincisini son altmış yıl, ikincisini de iktisadi, sosyal, siyasal alanlar olarak düşünelim.
Elbette çok değişiklikler oldu altmış yılda Türkiye’de, hiç değişim olmaması mümkün mü?
Nüfus arttı tabii ki. Yüzde ikiyüzün üzerinde bir artış.
Peki başka?
Benim çocukluğumda eskiler, değişimi ve gelişimi anlatmak için, kaç köye elektrik gitti, su gitti, bunların rakamlarını verirlerdi.
Daha sonraları dış dünyadan refah kriterleri öğrenilip kullanılmaya başlandı: Yüz bin kişiye düşen otomobil veya buzdolabı sayısı gibi.
Son yıllar ise, makroekonomik planda yaşanan olumlu gelişmelerin etkisi ile de olsa gerek, makroekonomik büyüklüklerin öne çıktığı yıllar oldu: Büyüme, ihracat rakamları gibi.
Elbette Türkiye’de çok değişiklikler oldu ama o arada değişimin ve gelişimin en önemli bazı unsurlarını da göz ardı ettik. Diğer ülkelerle kıyaslayınca, birçok ekonomik ve sosyal ölçüt açısından yerimizde saydığımızı ya da geriye gittiğimizi görmezden geldik.
Hangileri mesela?
Eğitim ve sağlık kriterlerinde pek ilerleyemediğimizi görmemeye çalıştık. Yıllarca kamu borcunu başımıza dert haline getirip, bu yüzden borç çevrilebilirliği en önemli sorun haline gelince, insana yatırım demek olan bazı hayati kamu harcamalarını yapamaz hale gelmiştik.
Bu harcamaların milli gelire oranları 2000’li yıllara kadar düşük seviyelerde kaldı.
Diğer ülkeler ile kıyaslayınca yine, örneğin yolsuzluk endekslerinde oldukça geride olduğumuzu da göz ardı etmeye çalıştık. Ekonomik istikrar? Son on yılda kaydedilen önemli mesafelere rağmen, uluslararası kıyaslamaya imkan veren endekslere baktığımızda hala istenilen seviyeye gelinmediği görülür.
Uluslararası rekabet gücü kıyaslamalarında da bir arpa boyu yol gidemedik onyıllarca. Ancak 2003 yılından sonra, üstelik Türk parasının değer kazandığı bir dönemde, ilerleme oldu ama o da hala yeterli değildir.
Gelişmeye, kalkınmaya ilişkin birçok olumsuzluğa gözümüzü kapatırken, şimdilerde adına şehir efsanesi denilen bazı hurafelere de inanmıştık, yine onyıllar boyunca. Örnek? Otuz yıl yüksek enflasyon ile yaşarken şöyle inanıyorduk:
Evet, enflasyon kötü bir şey ama ne yapalım, enflasyonla da olsa büyüyebiliyoruz hiç olmazsa. Oysa gerçek bunun tam tersi idi.
Türkiye ekonomisinin 1970’ten 2001’e kadar olan dönemdeki büyümesini diğer gelişmekte olan ülkeler ile kıyaslayınca, kendi kendimizden sakladığımız çok acı bir gerçek karşımıza çıkıyordu: Türkiye’nin o otuz yıllık dönemdeki ortalama büyümesi birçok gelişmekte olan ülkenin altında kalmıştı.
Aynı dönemde hiperenflasyon yaşayan ülkeler hariç.
Bir başka hurafe, uluslararası rekabet gücümüzün ancak Türk Parası’nın değer kaybetmesi ile elde edilebileceği şeklinde idi. Devalüasyon olduğu zaman cari açığımız düzelmiyor muydu? 1994’te, 2001’de böyle olmamış mıydı?
Neyi görmezden geldik peki bu konuda? Devalüasyonun ve onun sonrasında görülen cari açık düzelmesinin ekonominin krize girmesi ve düşen büyüme (bazen küçülme) ile ilgili olduğunu görmezden geldik. Düşen büyümenin ya da küçülmenin iç talebin şiddetli daralması demek olduğunu, bunun da ithalatı süratle düşürdüğünü görmezden geldik. Cari açık o yüzden düzeliyordu ve kriz aşılıp da büyüme tekrar başlayınca, yine bozuluyordu.
Keza, yıllarca ihracatın ancak düşük kur ile desteklenirse tatmin edici bir şekilde artacağını düşündük, oysa kur kadar dış talebe de bağlı idi ihracat. 2008 yılı sonuna doğru, paramızın değer kaybettiği bir dönemde, aynı zamanda ihracatımızın da düşmeye başlaması nasıl açıklanabilir başka türlü? Elbette dış talebin düşmesi ile! Avrupa Birliği ve Rusya ki ihracatımızın çoğu oralara yapılmaktadır, 2008 sonundan itibaren durgunluğa girmişlerdi de ondan.
Hurafeler ya da şehir efsaneleri saymakla bitmez.
Gelişme ve değişmeye ilişkin sorunlarımızı sorgulamakta da pek iyi bir performans gösterdiğimiz söylenemez. Diğer gelişmekte olan birçok ülke ile kıyaslanınca, Türkiye’de televizyonun neden o kadar geciktiğini, telefon kullanımının neden 1980’lere kadar yaygınlaşamadığını yeterince sorguladığımızı sanmıyorum.Ama en önemlisi, değişimin ya da gelişmenin asıl amacını bazen hatırladık, bazen hatırlamadık.
Daha da vahimi, her zaman onu da işimize geldiği gibi yorumlama eğiliminde olduk. Ne idi asıl amaç? Tabii ki muasır medeniyet seviyesine ulaşmak.
Neden hatırladık, hatırlamadık ya da işimize geldiği gibi baktık bu amaca? Çünkü böyle bir amaç, içinde yüzlerce ekonomik, sosyal ve siyasal-hukuksal kriteri barındırır ve bunların bir kısmı açıkçası hoşumuza gitmiyordu. Ne oldu o zaman? Amacımıza bir türlü ulaşamadık bugüne kadar. Biz değişmedik değil, biz gelişmedik değil, ama yeterli olmadı değişme ve gelişme ve sanki biz ilerledikçe amacımız da ilerledi, mesafeyi bir türlü kapatamadık.
Kısacası, hem değişim oldu Türkiye’de, hem de, bir türlü değişememe…